Siz 23 Nisan doğumlusunuz.
Doğru. Ama o zamanlar çocuk bayramı değildi 23 Nisan. 80
darbesinden sonra çocuk bayramı yaptılar. Yine de bundan
yararlanmak hoşuma gidiyor benim. Ben çocuk bayramında
doğdum diyorum. Aa çocuk yazarı, çocuk bayramı ne tesadüf,
diye sohbet konusu oluyor.
Bir öğrenci olarak baktığımızda çok parlak bir akademik
geçmişiniz var. Robert Kolej ardından Boğaziçi Makine
Mühendisliği. Ama bütün bu süreç içinde yazmaya, “daha
sanatsal bir alan”a yöneleceğinize dair bir işaret yok. Sonra,
üniversite sonrasında, birden bire Redhouse yayınevinde
başlayan yazarlık serüveni…
Aynen öyle ama bir küçük işaret var aslında. Darbe öncesi
dönemde, devrimci bir Rus yazardan bir roman çevirdim,
Boris Vasiliyef’in “Bu Toprak Onları Unutmaz” isimli, Kiev
muhasarasını anlatan bir kitabıydı. Sanat Emeği Yayınları vardı
o zaman, onlar bastı. Kitap çok ilgi gördü. Solun edebiyatta
iktidarda olduğu bir dönemdi o zaman. Sol yayınlar çok ilgi
görüyor, satılıyor, defalarca basılıyordu. O kitap da aynı şekilde
ikinci baskıya girecekti. Bir ara uğra da telif ücretini verelim
diye çağırdılar. Darbe sonrasıydı gittiğimde. Sanat Emeği’nin
kapısında sıkıyönetimin mührü vardı. Kısacası ilk çevirimin
öyküsü böyle noktalandı.
Çeviri maceranızda birçok kuşağın hayatında önemli bir yer
tutan Küçük Prens kitabı da var.
Doğru. Küçük Prens’i İngilizce’den çevirmiştim. Mavi Bulut
Yayınları’nda ise Fransızca’dan çevirisinin daha doğru olacağını
düşündüğümüz için benim çevirimi kullanmadık. Şimdi Sumru
Ağıryürüyen’in Fransızca’dan çevirisini kullanıyoruz.
Küçük Prens’in çevirmeni olmak, başka bir şey olsa gerek.
Hem başka bir şey, hem de benim için özel bir hikayesi var.
Küçük Prens’le ilk tanışmam, ilkokul yıllarındadır. Kanarya’da
oturuyoruz, Küçükçekmece’de. Kanarya’da da hani, hiç kimsenin
olmadığı çıplak bir tepede ayda 50 lira taksitle babam bir
arsa almış, orada önce bir baraka kurduk, barakada yaşadık,
sonra evimizi yaptık. Ben tuğla taşıdım, hatırlıyorum. İlkokula
başladığım sırada kitap alabileceğim sadece İhsan Nayın diye
bir adamın Binbir Çeşit, İhsan Tuhafiye mağazası vardı. Tuhafiye
mağazasının üç beş tane kitap rafı vardı, hepsi o kadar. Tümünü
okudum, bir daha okudum, bir daha okudum, ee televizyon
yok, sıkılıyorsun. Biri kütüphaneye gitsene dedi. Kütüphane
kavramının sesli olarak dillendirildiği ilk sahneydi. Böylece
Küçükçekmece’ye yürüdüm. Kütüphaneyi buldum, içeri girdim.
Kaç yaşındasınız o zaman?
Tahminen 3. sınıftaydım. Çok erken başladım okumaya,
1. sınıfta Kemalettin Tuğcuları falan bitirmiştim. Kütüphanenin
kapısı, hatırlıyorum, gıcırt diye açıldı içeri girdim. Bir abla sağ
tarafta bir masanın arkasında, beni gülümseyerek karşıladı.
Sol tarafta da duvar dolusu kitap. Girdim içeri, çok da utangaç
bir çocuğum. “Ne istiyorsun?” dedi, “kitap” dedim.
İşİN uzmaNıNa SOrduk:
“İyİ kİtap NEdİr, kötÜ kİtap yENİr mİ?”
97